Bismillâhirrahmanirrahim
Bugünlerde çok ilginç gelişmelere tanık oluyoruz; sözde “Batınilik” Batı Dünyası"nı kasıp kavurmakta; buna da “Yeni Çağ Hareketi” denmektedir. Amerika"dan, Avrupa"ya ve Avustralya"ya kadar “Batınilik” hakkında kitap ve oluşumlar, şimdiye kadar eşine rastlanmamış bir ilgiyle karşılanmakta. İlk yıllarda buna geçici bir olay olarak bakılmıştı. Ancak bu hareketin otuz yıldan uzun süredir devam etmekte olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, geçiciden çok kalıcı ve kanıksadığımız bir olay olduğunu kabul edebiliriz. Hıristiyan dini sınırlarında her zaman belli bir takım hareketler oluşmuş ve bazen de bunların sonucu olarak “tarikat” lar meydana çıkmıştır. Manevi konulara karşı her zaman belirli bir ilgi olmuştur. Ancak bugüne kadar maneviyata karşı hiç bu kadar büyük bir ilgi görülmemiştir. Bu ilginin nereden geldiğini açıklamak kolay değildir.
Kesin olarak söyleyebiliriz ki esas itici güç, insanın doğasında bulunan kendini bilme arzusudur. Bu arzu zamanın başlangıcından beri var olmuştur. Bu bakımdan yeni bir şey olamaz. İlk zamanlarda Batı ülkelerindeki Hıristiyan dinleri bu temel manevi arzuyu geliştirmeye yetecek cevaplara ve fırsatlara sahipti. Yeni olan, günümüzde nüfusun büyük bir kısmının kendi kültür ve dinlerinin sunduğu cevaplara ve fırsatlara artık inanmıyor olduğudur. “Cevapları diğer din ve kültürlerde” aramaktadırlar.
Bu hareketin başlangıcında Hintli, Uzak Doğulu öğretmenler ve guruplar vardı. O sıralar Yoga çevreleri kurulmuştu. Uzak Doğu dövüş sporları revaçtaydı. Ancak bundan kısa bir süre sonra edebi eserlerden parçaların nihayet Almanca"ya çevrilmesi ile ilgi Sufizm"e yöneldi. Bunda Prof. Dr. Annemarie Schimmel"in büyük emeği vardır Günümüzde tüm kıtalarda Şamanizm de Budizm kadar ilgi görmektedir.
Bu, ana ilgi alanlarına paralel olarak, farklı kültürlerden gelen ve kurtuluş yolunda kendi öğretilerini geliştirmiş öğretmenlerin etrafında gruplar oluştu. Dolayısıyla Batılı ülkelerde Sufizm konusunda, geleneksel anlamda “Sufizm” ile alâkası olmayan şeylerle karşılaşabilirsiniz. Psikoterapistlerin buna katkısı büyüktür; grup terapisi esnasında manevi geleneklerden gelen pek çok teknik kullanmakta, çoğu zaman iyileştirici sonuçlar almakta, ancak bazı vakalarda başarılı olamamaktadırlar.
Biraz uzun bir girişle, neden Batı ülkelerinde Sufizm"in ve genel olarak dünyadaki manevi geleneklerin bu kadar ilgi gördüğünü açıklamış olduk. Burada önemli olan bir husus da, bu ilginin sadece Sufizm"le sınırlı kalmayıp hangi gelenekten gelirse gelsin, manevi içerikli oluşumlara yönelik olduğudur Bir çıkmazla karşılaşıp sonunda içinin boş olduğunu anlama korkusundan dolayı henüz tartışmaya açılmayan bu parlak konuya ilgi duyulmaktadır.
Tam da bu açıdan baktığımızda Batılı insan için Hz.Mevlâna"nın gücünü ve çekiciliğini görüyoruz: Mevlâna, Batılı insanı, diğer sufi klasiklerine kıyasla, daha doğrudan etkilemekte. Hz.Mevlâna, diğerlerinden farklı olarak, belirli bir şekil aramıyor; belirli görevler vermiyor. Mevlâna"nın “Divan”ındaki şiirler, insanın “öz”üne doğrudan dokunuyor. Batılı insan, kendi kişisel tecrübesi ile, İslâm ilahiyatı hakkında bir bilgisi olmadan da onları benimseyebiliyor. Kendine hitap edilmiş gibi hissediyor Mesnevî"deki hikâyeleri kolaylıkla anlayabiliyor. Bu hayali dünyayı, kendi kültürel ya da dini altyapısından biliyor. Kendi sorunlarına değiniliyor ve bu sorunlar hakkında doğrudan, “Sevgi dolu Allah” dan, rahatlatıcı tavsiyeler alıyor. Bu seven ve bağışlayan Allah"dan gelen tavsiyeler, maneviyatının gelişmesinde teşvik edici rol oynuyor. Şüphesiz ki bu kavramı Hıristiyan dininden de biliyor. Ancak, Hıristiyanlığın tanımına göre, bu sevgi dolu Tanrı"ya ancak Kilisenin dogma ve uygulamaları ile ulaşılabilir.
İşte bu noktadan itibaren doğruyu arayan insan Kiliseden ayrılıp kendi başına devam ediyor. Hz. Mevlâna, sevgi dolu Tanrı"dan öyle kişisel ve rahatlatıcı bir şekilde bahsediyor ki, insan bunu kolaylıkla kabul edebiliyor. Ancak Hz.Mevlâna “Müslüman”dı ve öğretisi Hıristiyanlığa göre yanlış kabul ediliyordu. Mevlâna yardımıyla sadece Hıristiyanlıkta bahsedilen Tanrı Aşkı"nı tecrübe etmekle kalmıyor, aynı zamanda Allah"ı sevmeyi öğreniyor; bu aşk içinde Allah"la birleşebiliyor ve O"nun karşısında yanabiliyoruz.
Burada karşımıza bir paradoks çıkıyor: Batı dünyasındaki pek çok insan İslâm mistiklerini incelerken İslâm Dini ile yüzleşme ihtiyacını hiç duymuyor. Zamanla şeklin yaptığı baskı, arayış içindekini kendi dininden vazgeçmeye itiyor ve anlaşılabilir bir şekilde, kişi yeni uygulamalara ilgi göstermiyor.
Hz. Mevlâna"nın yardımıyla, kişi herhangi bir uygulamayı takip etmeksizin, iç anlamla doğrudan ilgileniyor. İnceleme yolunda belirli uygulamaların kabul edilmesi arayış içindeki kişi için daha kolay bir hal alıyor; çünkü kişi, bu uygulamaların, bulmaya can attığı anlamlar"a ulaşmasını sağlayan yol olduğunu fark ediyor. Batılı insanın arayışının başında ihtimal vermediği şey gerçekleşiyor ve sonuçta özgür irâdesi ve kararıyla “İslâm dinini” kabul ediyor.
Ancak, Hz. Mevlâna onu daha ileriye, "Bilgiye" ve "Aşka" yöneltiyor. Acı ve umutsuzluk zamanlarında teselli oluyor; kendisindeki özlem, aşk ve umut ateşlerini besliyor. Almanya"da Orta Doğu ve Doğu konusunda ilk uzmanlardan olan Prof. Joseph von Hammer-Purgstall, 1818"de şiirsel bir dille şunları söylüyor:
“Onu en yüksek manevi coşkunun kanatlarına oturtuyor.
Bu coşku tüm manevi hallerden öte;
Zaman ve mekanı aşan,
Yaratılış ve talihi aşan,
Ebediyette, kader ve Kıyamet"in anlaşmasını aşan bir coşkudur.
Ve burada Üstün Varlık"la,
Sonsuz bir âşık gibi uçsuz bucaksız bir aşkla,
“Bir” olup
Ona sonsuza kadar ibadet ediyor.”
Hz. Mevlâna, mutlak bağlılığı ve Allah"a dönük yüzü ile, hangi din ve kültürden olursa olsun kendisiyle tanışan herkes için bir “yol gösterici” oluyor.
Hz. Mevlâna"nın, Türkiye"nin yıllardan beri coğrafi ve kültürel açılardan benimsediği siyasi konumla aynı konumda olması enteresandır: “Doğu ve Batı arasındaki köprü.”
Hz. Mevlâna ve Mevlevî Tarikatı Türkiye"yi ciddi bir şekilde etkilemiştir. Hz. Mevlâna olmasaydı Türkiye bugün bildiğimiz ülke olmazdı. Hz. Mevlâna ve Mevlevîler Türk Kültürünün vazgeçilmez parçalarıdır. Bu kültür Türkiye"nin ve Türkiye vatandaşlarının “gurur duyması gereken” bir kültürdür. Modern Türkiye bu gerçeğin bilincinde olmalıdır. Hz. Mevlâna, Mevlevîler ve Sufî tarikatları ile ilgili konulara dikkatle yaklaşmalıdır. Çoğu modern Türk insanının zannettiği gibi bu folklorik bir öğe değildir. Orijinal olarak folklor pek çok kültürün manevi uygulamalarına dayalı bir şeydir. Bu uygulamalar çoğunlukla gözle görülmez; çünkü kaynakları uzun zaman önce kurumuştur. Türkiye"de Sufî geleneği bugün de vardır ve yaşayan bir geleneğin folklora indirgenmesi Batılılar açısından, Türkiye için bir felakettir. Maalesef, bu görüşü destekleyen yaklaşımlar görülmektedir.
Örneğin; Konya"da, Derviş olduklarını iddia eden bir grup, turistler için otel işletmekte, Hz. Mevlâna"nın türbesi önünde aile fotoğrafı çektirmekte ve denetçi personelin kurallara uyma uyarısına kulak asmadan Türbe içinde gürültülü konuşmakta ve gülmektedirler. Eğer bu eğilim böyle devam ederse Batı"dan gelen ziyaretçiler artık gelmekten vazgeçecektir.
Türbe civarında ve binaların yakınında, öncelikle arayış içindeki kişiler olan bu ziyaretçilerin arayışları konusunda gerçekten yardım ve tavsiye alabilecekleri kişilerin bulunması son derece yararlı olur. Amaçları para kazanmak olan ve derviş taklidi yapanlardan bahsetmiyoruz.
Son olarak, kendini sorumlu hissedenlerden, bu düşünceler konusunda fikirlerini açık tutmalarını ve bunları gerçekleştirmelerini rica ediyoruz. Bu, sadece küçük bir grubun isteği ile değil, Türk Kültürünün önemli bir parçası ile ilgilidir.
İnşallah bu sorunlar halledilir ve biz de Aşk Kutbu"muzu, manevi anlamına uygun bir ortamda ziyaret ederiz.
Hz. Mevlâna"nın lûtfu ve yol göstericiliği bizimle olsun.
* (Uluslararası Mevlâna Bilgi Şöleni, Bildiriler, 15-17 Aralık 2000, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 469-472)